Abazdağı'na Kurulan Çadırlar - Yasin ŞEN

TAKİP ET

Eğitimci-Yazar Yasin Şen Karadeniz bölgesinde yer alan, Ordu iline bağlı Abaz dağında kurulan çadırlarla ilgili yazısını takipçileri ile paylaştı. İşte o yazı..

Küçüklüğümde kısa bir süre halı dokumayla meşgul oldum. Daha önceleri ise hemen her evde halı dokumak için müsait bir yer olurdu. İnsanlar iş güç haricinde evlerinde halı dokurdu. Şimdi bile evlerde bulunan ve “halı odası” diye anılan odalar bu günlerin hatırasını taşır. 

Oyunlarımıza ara verdiğimizde amcamların evindeki halı odasına gider, tezgahın başına oturur, ilmekleri atar ve kirkitle ilmeği attığımız yere vururduk. Tok bir ses kulakları doldururdu. Bu bir çocuğun hayâlini besleyen müthiş bir şeydi. Halı dokumak, doğal boyayla boyalı o iplerin cezbedici kokusu ve halı desenleriyle meşgul olmak dışarıdaki hayatı, dekoru, tabiatı evin içine getirmek demekti. Halının tabiatla kurduğu derin bağ, desenlerin isimlerinde bile görülürdü: Kafkas deseni, ayak deseni (küçük ayak ve büyük ayak olmak üzere ikiye ayrılırdı), osta, köşe deseni, yedi dallı çiçek, yedi dağın gülü veya yedi dağın çiçeği, yayla çiçeği veya yayla gülü… Bütün bunlar kelimelere kadar incelmiş tabiî bir zevkin birer tezahürü idi. 

Halı dokuma kültürü bizi kadim bir geçmişe bağlayan çok aziz bir şeydi. Çadır da böyleydi. O da kadimden beri gelen göç etme ihtiyacımızın ve damarlarımızda coşkun akan hayatiyetin yurdu idi. O da tabiatı, bütün hâkimiyeti ile içeriye davet ediyordu. Bir çadırın içi, asla dışından ayrı değildi. Dışarıdaki ağaç, orman, günışığı bütün mevcudiyetiyle bu çadırın içindeydi. 

Abazdağı’na gidildiğinde bu çadırlar kurulurdu. Bunlar sadece gün ışığını değil yağan yağmuru da içeriye alırdı. Yataklar ve yorganlar ıslanır, içeriye toprak kokusuyla karışık yağmur kokusu dolar, hafif bir üşüme bedenleri titretirdi. Onca kokuya bir de yemeklerinki karışır ve çadırlar kendi içerisinde özgün bir âlem hâline gelirdi. Bu çadırlardaki yaşamın bizi dışarıda yaşanandan ayıran bir tarafı yoktu. Yokluk ve mecburiyet vardı. Onca yolu yürüyen insanların bu çadırlarda en az bir ay yaşaması zaruri idi. Bazı hâllerde aylarca bu çadırlarda kalınırdı. 

Çadır kurmak, ok ve yay yapımı, yaylaya göç etmek ve halı dokumak gibi eski Türk yaşayışına bağlandığımız birkaç nokta vardı bizim köyde. Bunlar bizim nesilde kayboldu. İnsanlar yaylaya ve Abazdağı’na göç ediyor, buralarda büyüyor, halı dokuyor ve çadır kuruyorlardı. Yılın altı ayını Perşembe Yaylası’nda ve birkaç ayını da Abazdağı’nda geçirenler ve buralarda aylarca hayvancılıkla meşgul olanlar elbette kadim Türk kültürüne bizden çok daha sıkı bağlıydılar. Onlar uzun düşüncelerin kucağında halı dokumuşlar, Abazdağı’na çıkıp çadır kurmuşlar, uzun zaman süren göçün sıkıntılarını duymuşlar, at üzerinde yolculuk etmişlerdi. Biz bu hayata sadece ucundan bucağından temas edebilmiştik. 

Halı dokuma kültürümüzün yok oluşundan sonra beni en çok çadırların hayatımızdan çekilmesi etkiledi. Bizler ilk zamanlarımızı bu çadırlarda idrak ettik, uyuduk ve onlarda büyüdük. 

Ben, fertler gibi nesillerin de hep bir bedel ödeyerek geliştiğini düşünüyorum. Bizler ve gelecek nesiller için… Olgunluk ve huzur, ancak geçmişte yaşanan sıkıntıların ve yaşanan tecrübelerin üzerine inşa edilebiliyor. Şimdi huzurlu huzurlu Abazdağı’na gidip gelebiliyorsak, burada başımızı yastığa koyarak günlerce ve rahatça uyuyabiliyorsak bu ödenen nice bedelin mânâda bir karşılığı olarak görülmelidir. Kilometrelerce yolu yürüyen ve eşyasını taşıyan insanların çileleri, hayvanların sırtına yüklenen fındık çuvallarıyla aynı yolda günde birkaç defa gidip gelen erkeklerin hâlleri, gece köye doğru ay ışığında yapılan yürüyüşler, bir yağmur deminde ıslak kıyafetlerinin içerisinde yemek pişiren ve bunları sırtına yüklendiği kolçakla dağın yamaçlarına taşıyan kadınların duyguları, bir lokma ekmeğe bir yudum suya hasret saatlerce çalışan işçilerin yaşadığı sıkıntılar şimdilerde yaşanan huzurun ve rahatın ödenmiş bedelleri idi. 

Şu da var ki, Abazdağı bizim köyün yaylası hükmündedir. Ama bura bir yayla değil, dağdır. Göçmek, hareket etmek burada karşılığını bulmuş ve köylü binbir zahmetten sonra bir yere göç etme ve yerleşmenin saaadetini Abazdağı’nda duymuş. Yaylacılık hâlâ bu milletin hareket ihtiyacına tekâbül ediyorsa Abazdağı’na gitmek de öyledir. 

Abazdağı’nda iki harman vardır. Bu harmanlardan birincisi yemeklerin pişirildiği, fındık çuvallarının lombardinlere yüklendiği ve insanların buradan bahçelere dağıldığı merkezî bir yer gibidir. Bütün Abazdağı’nı buradan izlersiniz. Buraya gelen, buradan gidenleri harmandan fark edersiniz. Sesiniz dört bir yana yine buradan yayılır. Bahçede olanları yemeğe buradan çağırırsınız. Suyu buradan gönderir, sigarası bitenlerin feryadını yine buradan duyarsınız. Çadırlardan biri bu merkezî harmana kurulur, burası âdetâ bir ev hüviyetine bürünürdü. Yemek kokularının ot ve fındık kokusuna karıştığı bu yerde bu çadırlarla tabiat arasında hiçbir ayrı gayrı yoktu. Perdeyi araladığımızda derhal bitimsiz bir yeşillik ve eşsiz bir tabiat başlıyordu. Bu çadırlar Abazdağı’nı küçük bir köy hâline bürürdü. 

Türkün çadır kurduğu yer artık onun vatanıdır, derler. Çünkü göç ettiğimiz, yerleştiğimiz bir yerle sadece organik bir bağ kurmayız. İçimiz ve dışımızla, duygularımız, ruhumuz ve düşüncelerimizle de orayla bütünleşiriz. Abazdağı’nı vatan kılan bence biraz da bu çadırlardı. Bu çadırlar sayesinde onun sade bir toprak değil bir vatan toprağı olduğunu duyuyorduk. 

Abazdağı’na kurulan bu çadırlar ve bizim oralarda geçirdiğimiz demler, yıllar sonra onlar üzerine düşünmemi sağladı. Türk çadır sisteminde kozmik sistemi temsil eden özellikler vardı. Zaten gökyüzü bir çadır ve güneş de bayraktı. Oğuz Kağan’ın sözlerinden de bunu anlıyoruz. Hâl böyle olunca bunun eski Türklerin yaşayışından buraya, bu mekâna yansıyan kadim bir güzelliği vardı. İnsanlar bunun kıymetini ne kadar biliyordu, bunu bilemem. Ama burada binlerce yıldan beri devam eden ve artık son örnekleri görülen bir kültür yaşıyor ve artık yoğa karışıyordu. 

Çadırlar artık kurulmuyordu. 

Bir kültür yok oluyordu. Çadırlar kurulmuyor, halı dokunmuyor, atlar buraya artık gelmiyor. Hüzünlü bir değişim yaşandığı kesindi de insanlar neden üzülmüyordu? Bunu Abazdağı hissettirmiyor muydu onlara? Sanıyorum yok olan her şey mânâda var oluyordu. Var olduğunu sandığımız şeyler aslında yoktu. Bilge öyle söylüyordu.
 

Yasin Şen yazdı: Doğa Denilen Bilge!

abaz dağı yasin şen